Hindistan’da Sanat Gelişimi

Madurai'de 1000 sütun tapınağı.

Madurai’de 1000 sütun tapınağı.

Sürekli değişen etkilere karşın, Hint sanatı daha başlangıcından beri, temelde kutsal bir sanat olmuş, değişmeden kuşaktan kuşağa aktarılan kurallara uymuştur. Yüzyıllar boyunca sanatçılar Buddhacılık, Hinduluk ve Caynacılık gibi üç büyük dinin hizmetine girmişlerdir. Ressamlar, heykelciler ve mimarlar, biçimlerin soyut kusursuzluğuyla, mimariye temel çizgilerini veren kozmolojik simgecilikle, tanrısal gerçekleri açığa vuran insan görüntülerinin uyumuyla, doğal güçleri “kişileştirmiş”, sanatsal yaratıyı ve insan etkinliklerini evrensel uyuma ulaştırarak yüceltmiş, süsleme öğeleri, simgeler, sitlerden yararlanarak dünyanın düzenini görselleştiren bir görünüm saptamışlardır. Sözgelimi, yarıküre biçiminde bir anıt-mezar olan Buddha, çevresinde gezinmek için parmaklıklı taraçasıyla (Sançi Büyük Stupa’sı; İ.Ö. II. yy.) evrenin kusursuz bir minyatürü sayılır. Duyarlık, yücelik, düzen, coşku, dinamizm, ritmik motifler, hem tanrıların evrensel etkinliğini, hem de bütünle kaynaşıp giden zincirleme yeniden doğuşları belirleyen başlıca özelliklerdir.

İndus Uygarlığı (İ.Ö. 2500-1200)

III. bin yılın ortalarından başlayarak İndus vadisi Sümer-Akad uygarlığıyla sıkı bağlantıları olan parlak bir uygarlığın (Haıappa ya da İndus uygarlığı) beşiği oldu. Hint kültürünün en büyük merkezleri olan Harappa ve Mohenco Daro’da yapılan kazılar sonunda olağanüstü güzellikte bir akropolis gün ışığına çıkarıldı; Eşsiz özgünlükte bir mimarlık sanatının ürünü olan bu yapıtta havuzlar, vb. görkemli görünüşleriyle Mezopotamya sanatını andıran dekoratif heykeller (MohencoDaro’nun büstü) birbiriyle uyumlu bir bütün oluşturacak biçimde birleşmişlerdir.

Harappa’nın Dans Eden Tanrısı, duruşu, bütünlüğü ve “içselliğiyle” ilk dans eden Siva kavramının habercisi sayılır. İndus uygarlığının Arîler tarafından yıkılmasından soma, son kalıntıları Doğu’ya kaydı ve Kuzey Hindistan’da gelişen Hint kültürüne eşine az rastlanır bir zenginlik kattı.

Veda Hindistan’ından Ganj Uygarlığına

İndus uygarlığı ile Mauryalar çağı (İ.Ö. 322-185’e doğru) arasında sanat açısından bir boşluk oldu; buna karşılık o dönemde dinsel bilginin temelini oluşturan veda’lar, upanişad”lar ve brahmana’lar yazıldı, tarihsel Buddha ortaya çıktı. Ganj bölgelerinde çok eski oldukları sanılan merkezler vardır; Arîler de buralarda yerleşmişlerdir. İndus havzasının Dara I tarafından ilhakından (İ.Ö. V. yy. başı) ve Büyük İskender’in İndus bölgesine seferinden sonra Hindistan’da Çandragupta’yla yerleşen güçlü Maurya sülalesi, İskender’den sonra yerine geçenleri püskürtmeyi başardı. Maurya krallarının en büyüğü olan Aşoka (264-226) imparatorluğun etkisini artırdı, Buddhacılığı yaydı, Hindistan’ın her yanında stupa’lar (Buddha’nın ya da öğrencilerinin kutsal kemiklerinin konması için yapılan tümsek biçimi yapılar) yaptırttı. Sanatta Helen ve Asur-İran etkisi özümlendi. Samath’daki sütun başlıkları Yunan katkısının Hint ikonografisinde nasıl özümsendiğini açıkça gösterir. Patna’daki heykeller Lange yasasına uygunlukla ve Akamanış etkisi gösteren kumaş kıvrımlarıyla bir halk sanatını yansıtır.

Sunga Sanatından Gandhara Sanatına (İ.Ö. 185-İ.S. 50)

Maurya sülalesinden sonra Sunga sülalesi tarafından Bharhut (Kalküta) Vedika’sıyla gerçekleştirilen ve hareket anlayışıyla Hint ruhuna uyan bir sanat ortaya çıktı. Bu sanat Buddha efsanelerinin, Cakata ya da Buddha’nın daha önceki yaşamlarının anlatılmasına yarıyordu. Söz konusu sanatın benimsediği üslupta belli bir eskilik göze çarpmakla birlikte, madalyonların çok çeşitli yontulma biçimlerinde büyük bir ustalık vardı. Kabartmaları Hint heykelciliğine bin yıl boyunca yaşam veren özellikleri sergileyen Sanci stupası’mn kapıları şaşırtıcı bir esin zenginliğini yansıtır: Bu heykelciliğin söz konusu özellikleriyse ön planda çok belirgin çıkıntılar, eğri çizgilere dayanan biçimlerin alabildiğine yayılması, her sahne ya da atma’da kendine özgü bir canlılık ve ritimdir.

Sunga sanatının kusursuz örnekleri Bihar’da, Bodh-Gaya’da büyük bir dörtgen içinde yer alan Bodhi Ağacı ve Cankrama’diT. Bu dönemde Buddhacı rahipler (Dekkan’da) ve Cayna çilecileri (Orissa’da) yalıyarlara oydukları ve tapınmaya (Şayta) ayrılmış yüzlerce salon içeren mağara manastırlara yerleştiler.

İ.Ö. I. yy’dan kalma en eski yapılardan biri de Bhaca’dadır: Büyük salondaki heykellerin arasında, arabasını süren Ğüneş tanrısı Surya ile filine binmiş tanrı Indra da vardır. Ama şeritler halinde sıralanmış öykülü freskleri, Brahmacı ve Caynacı doğrultuda süslenmiş mağaralarıyla en önemli grup Andra Pradeş eyaletindeki Acanta (İ.S.V. yy) ve Ellora (İ.S. VI. yüzyıl) grubudur.

Hindistan’ı, Romalılardan etkilenen Kuşanların istila etmesi üstüne, “Akdeniz’e özgü” plastik formül ve motifler gelişti: Yakındoğu’daki Roma illerinden gelen heykelciler, Gandhara sanatında kendini gösterecek olan birklasisizm anlayışını kabul ettirdiler. Buddha’nın insan biçimindeki görüntüleri Yunan-Roma motifleriyle zenginleşti: Dalgalı saçları tepesinde bir topuz halinde toplandı, keşiş cüppesi giydirildi, alnının altında dümdüz bir burun uzadı. Kabartmalarda Romalılardan alınma bir kazı tekniğinden yararlanılmaya başlandı; kesintisiz anlatım üslubundan vazgeçildi; her levhayla bağımsız bir sahne canlandırılmaya başlandı. Gandhara okuluna koşut olarak alçı kullanan bir süsleme heykelciliği okulu da gelişti (Hodda başları),

Mathura Sanatı Sonrası (50-320)

Gandhara sanatı varlığını sürdürürken, Ganj’ın aşağı havzasında eski Hint geleneklerini sürdüren heykelcilik okulları gelişti. İndus uygarlığının yarattığı geleneksel ikonografiden yararlanan Mathura üslubu tümüyle Hindistan’a özgüdür: Geniş omuzlu, gövdesi bele doğru incelen insan tipi, bütün geleneksel Hint sanatı okullarında büyük değişikliklere uğramadan kalmıştır [Bhutesvar Stupasındaki Yakşi Figürleri, İ.S. II. yy). Hint sanatının gerçek klasik dönem olan gupta çağıyla (320-484) birlikte heykel sanatı doruk noktasına ulaştı ve modellerini tüm Buddhacı Asya’ya yaydı. Sappath ya da Mathura heykelleri bu sanatın Hint ideallerinde geri dönüşü vurgulayan özelliklerini çok iyi yansıtır.

Gupta dönemi mimarisinin özelliği, daha sonra her yanda benimsenen bir tapmak tipidir. Tapınak, bu yapı biçiminde eğri damlı ya da piramit biçimli gerçek bir kuleye dönüşür. Birinci tip Kuzey mimarisine (Bhubanesvar, Hacuraho), İkincisi Güney mimarisine (Tancor) özgüdür. Tapınak yalnız başına yükselmez, duvarla çevrili bir alan içinde giderek büyüyen bir yapılar bütünü içinde yer alır. Acanta’daki eşsiz güzellikteki freskler (VI.-VII.jyy.) de gene Gupta döneminde ortaya çıkmıştır. Elephanta’da tapınağın düz tavanları, mitoloji konularını işleyen fresklerle, duvarlar kabartma insan figürleriyle süslenmiştir.

Hindistan’ın Parçalanması

Gupta İmparatorluğu’nun yıkılmasında sonra Hindistan bağımsız devletlere ayrıldı. Hindu dini resmi din olarak benimsendi; bu nedenle ikonografi repertuvarında önemli bir değişiklik yapıldı: Bundan böyle anıtsal heykellere, başlıca figürü dans eden Siva olan hareketli ve destansı kompozisyonlara yer verilmeye başlandı.

Hindu Sülaleleri Döneminden (600-1200) XIX. Yüzyıla

Pala sülalesi zamanında başlıca özellikleri süse özgü ayrıntıların bolluğu, biçimlerde özenticilik ve uygulama kusursuzluğu olan bir anıtsal heykelcilik gelişti: Sözgelimi Nalanda heykelleri, Vacrayana dininin gizemli inanışını dile getirirler; bu dinde ruhun kurtuluşu her şeyden önce büyülü tılsımlı formüllere bağlıdır. VI-VII. yy’lar arasında Güney Hindistan’a egemen olan Pallava sülalesi, sanatını tümüyle Hindu dinine adamıştır. Mavalipuranı heykelleri’nde anıtsallık ilkesi korunmuştur. Bu dev kabartmalar Ganj’ ın inişinin öyküsünü canlandırır (VII. yy.). Kompozisyon hareket ve biçimlerinin genişliğini çok iyi canlandırır; en belirgin özelliği, değişik üsluplarla yaratılmış hacimlerin anlatımıdır: Sözgelimi deva’ların (melekler) idealleştirilmesi ve gerçekçi üsluptaki hayvan biçimleri. Dekkan sülalesi olan Çalukya’larla birlikte (VI.-VIII. yy.) Mavalipuram üslubu Dekkan yaylalarına, Ellora’daki Kailasal tapınağm
ına kaydı. Tümü de kaya duvarına oyulmuş heykeller Siva (Ramayana) efsanesini anlatır. Burada da gene uzamış beden orantıları, hayvan biçimlerinde aynı gerçekçilik göze çarpar; trajik coşkular gene kabartmaya derinlik verilerek yaratılmıştır. Elephanta tapınağında, Siva’nın yaşamını anlatan kabartmalarda görkem etkisi, taşın çeşitli derinliklerde oyulmasıyla elde edilen ustalıklı ışık oyunlarıyla sağlanmıştır. Dekkan’a IX. yy’da giren tunç heykel yapımına Brahmacı tanrıları görüntülemede başvurulmuştur; bunların en önemlisi Nataraca ya da dans tanrısı Siva’dır; bu tanrı, sonsuz ölüm ve yeniden doğuş sürecinin simgesidir; bedeninin her parçası belli bir simgesel anlam taşır. Erotik heykelcilikse en çok Konarak’taki Orissa ve Hacuraho (Orta Hindistan) tapınaklarında görülür. 1206’da Müslüman istilasının yaygınlaşması, Hindistan’ın kendine özgü sanatının sonu oldu; Müslüman mimarisi çok geçmeden Hint mimarisine karşı çıktı. Moğol sülalesi zamanında (1526-1707) mimaride eşine az rastlanır zarafet ve sadelik görülür; bunun en güzel örnekleri arasında büyük Fatehpur Sikri camisi (1583) ile Agra Tac Mahal’ı sayılabilir.

XVIII. yy’da Müslüman istilasından sonra racput (Pencap ve Batı Hindistan) okulu ressamları prenslerin yiğitlik ve kahramanlıklarını yüceltmeye girişmiş, Hindu törenlerini canlandırmışlardır.

Hadi Paylaş!Share on FacebookTweet about this on TwitterShare on Google+Share on RedditPin on Pinterest

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.