Rönesans 17. ve 18. Yüzyıl Felsefesi

Rönesans Felsefesi

Bilimsel ilerlemelerin ve büyük keşif­lerin ardından, doğa alanı ile din alanı arasında çok daha kesin bir ay­rılığa yol açan yeni bir anlayış gelişti. Rönesans düşüncesindeki akımlar, Eskiçağ’m büyük felsefeleriyle bes­lendi: Eflatun, Nicolas de Cusa’ya, Paracelsus’a, jakob Böhme’ye, Gior- dano Bruno’ya, Campanella’ya esin kaynağı oldu ve bu felsefeciler efla­tunculuğa, gizemciliği ya da stoacı­lığı kattılar.

Pomponazzi, Gerolamo Cardano, vb. Padova’da aristotelesçiliği sürdürür­ken, bilim kendi yöntemlerini bul­maya çalıştı ve “bilimsel”, yani doğalcı bir felsefe, biçimlenmeye baş­ladı. Leonardo da Vinci (1452-1519) Arkhimedes’in fiziği üstünde çalıştı. Francis Bacon (1561-1626), Aristote­les mantığına karşı çıkarak Novum Organum’unda (Yeni Organon) deneyci ve tümevarımcı bir yöntemin kurallarım ortaya koydu; böylece XVII. yy’ın başlarındaki büyük bilimsel atılımın ön belirtileri görül­müş oldu.

17. ve 18. Yüzyıl Felsefesi

Skolastik felsefenin yıkılmasından ve XVI. yy’daki düzensiz girişimler­den sonra felsefe, akılsal kuruluşlara, matematik bilimini örnek alan sis­temlere yöneldi. XVII.yy’da, geleneklere saygı duyulmasının sürmesine karşılık, XVIII. yy’da kurumlan ve inançları bozan devrimci düşünceler görüldü. Sorular soran ve alay eden gerçek bir felsefe düşüncesinin yeni­den doğduğu gözlemlendi.

Pozitif bilimlerin gelişmesi, bütün düşünce yaşamım yönlendiren ve zenginleştiren bir olay oldu. Matema­tik bilimleri (Pascal, Descartes, Leibniz, Newton) ve biyoloji (Buffon, Lamarck) büyük ölçüde önem kazandı.

Siyaset ve toplum bilimleri de, XVII. ve XVIII. yy. felsefecilerinin karşı­sına birçok sorun çıkardılar. İngiliz Hobbes (1588-1679), doğal hukuku ve medeni hukuku birbirinden ayır­dı. Doğal halde, insan “insanın kurdudur” ve buna, herkesin yüksek bir otoriteye baş eğmesini öngören bir sözleşmeyle çözüm bulunmuştur (söz konusu, otorite devlettir ve böy­lece, toplumsal sözleşme ’nin ilk tas­lağı ortaya konmuş olur). Aynı dö­nemde, siyaset felsefesi ve ilk iktisat kuramları (Adam Smith, Mandeville, Quesnay ve fizyokratlar) da ortaya atıldı. Böylece Descartes’ın (1596- 1650) koruyuculuğu altında, yüzyılı derinlemesine etkileyen büyük akılcı sistemler kuruldu. Bunların mantık­ları gibi, düşünce modelleri de mate­matikti. Burada, geometrinin kusursuz sağlamlığının gizini ele geçirmek ve hem metafiziğe, hem de ahlaka uygulamak söz konusudur. Söz konusu sistemlerin fiziği meka- nisttir ve dünyayı “şekil ve hareketle” yeniden kurmaya yönelir; bunun gibi ruh bilimleri de, ruhun hareketleri olan tutkuları, fizikçinin cisimlerin hareketlerini bir araya getirdiği gibi bileştirirler. Bu felsefeciler, tanrıbi- lime saygı göstermelerine karşın, Tanrı ve insan aklı kavramlarının bağıntısı üstünde enine boyuna düşünmüşlerdir. Descartes’a göre Tanrı, aklın sezgisel apaçıklıklarının ve doğa yasalarının değişmezliğinin güvencesidir. Malebranche’sa (1638- 1715) daha ileri giderek, Tanrı’da görme kuramıyla, insan aklını, insan­ları aydınlatan tanrısal Söz’e sıkıca bağlamıştır. Spinoza (1632-1677) da, descartesçılığı son sınırına kadar götürmüştür. Tanrıtanımazlığa çok yakın olan tümtanrıcılığı, yalın bir içgüdüsel başkaldırma değil, Tanrı konusunda tutarlı ve sağlam bir kav- ramlaştırmadır ve böylece felsefe, tanrıbilimi içinde özümlemekte, insa­noğlunun bilebileceği biricik gerçek­liği, yani Tanrıyı (başka bir deyişle Doğayı), kendinin kılmaktadır. Leib- niz (1646-1716) geleneksel tanrıbi- lime saygı duyuyor gibidir ve dar anlamında mekanizmi aşmıştır; ama Evren’in kaynağında bulunan tanrı­sal hesabın derin nedenlerini, bir insanın elinden gelebildiği ölçüde açıklamıştır; söz konusu evren, güna­hın bile önceden görüldüğü bir önceden-kurulu düzene göre tasar­lanmıştır ve “olabilecek dünyaların en iyisidir”.

Descartes’ın doğuştancılığını Fransa’ da Gassendi eleştirmişti. Ama bu görüşe en ağır darbeyi, İngiltere’de Lokce (1632-1704) yazılarıyla indirdi. Locke’a göre, akılda, doğuştan düşün­celer yoktu ve düşüncenin bütün içe­riği, başlangıçta ancak deneyimden gelebilirdi. Böylece büyük deneyimcilik akımı doğmuş olu­yor, onunla birlikte de bir sonraki yüzyılın yararcılığı ortaya çıkıyordu. Bu arada, David Hume (1711-1776), Shaftesbury, Hutcheson, Adam Smith ve Bentham (XIX. yy. için) önemli görüşler ortaya koymuşlardı. Fransız Devrimi’ni hazırlayan ve destekleyen felsefe, Aydınlanma feJsefesi’dir. Bu akım, önceki yüzyılın “sistemleri’nden bıkmış olmakla bir­likte, deneyimden ders alan aklın zafer kazanacağına inanmayı sürdür­müştür. 1765’e kadar Diderot’nun (1713-1784) yönettiği Encyclopedie’ de (Ansiklopedi), düşünceyle, siya­setle ve dinle ilgili bütün otoriteler eleştiriden geçirilmiş, bireyin yerine hiçbir şey konulmaz tekilliği düşün­cesi ortaya çıkmış ve kuramların eleştirilmesine karşılık, insanlığın gelecekteki ilerlemelerine, }ean- Jacques Rousseau’nun (1712-1778) uyarlamalarına karşın sarsılmaz bir umutla bağlanılmıştır. Kant (1724- 1804), gelenek üstünde temellenen bu düşünce eleştirisini felsefe düzeyine aktaracaktır. Kant’ın Kritik der rei- nen Vernunftü (Salt Aklın Eleştiril­mesi, 1781), zihne, önsel (a priori) çerçevelerine gerçek bilgi edinebilme gücünü yükler. Ote yandan, Kritik der praktischen Vernunft (Pratik Aklın Eleştirilmesi, 1788) adlı yapıtı, ahlakı aklın bizdeki evrenselliği üstünde temellendirmeye çalışır.

Hadi Paylaş!Share on FacebookTweet about this on TwitterShare on Google+Share on RedditPin on Pinterest

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.