Türkiye’de Heykelcilik

Türklerin IX. yy’da İslâm dinini kabul etmelerinden önceki dönemlere özgü heykel niteliği taşıyan yapıtlarla ilgili araştırmalar, günümüzde belli bir düzeyi bulmakla birlikte henüz yeterli değildir. Orta Sibirya’da Baykal gölü yakınlarında ve Tarım havzasında ele geçirilen buluntular, ilk heykel örneklerinin Uzakdoğu etkileriyle karışık Şaman inançlarına dayandığını ve dinsel amaçlara bağlı bulunduğunu kanıtlar. Bunlar arasında, bir kadın heykeli biçiminde gösterileni balbalların, aynı zamanda mezar taşı olarak da kullanıldığı dikkati çeker. Bozkır sanatının tipik özelliklerini yansıtan bu anıt heykellerin yanı sıra, Orhun anıtlarım oluşturan kabartmalar ve Uygur döneminden kalma bazı taş, ağaç ve topraktan yapılma heykeller, erken dönemle ilgili bilgi verici niteliktedir. Türklerin İslâm dinine girişlerinden sonra, Selçuklular yoluyla Anadolu’ya taşıdıkları sanat gelenekleri, heykelin daha çok alçak kabartma tekniğiyle dinsel ve sivil yapılara uygulandığını gösterir. Ama, dinin etkisiyle, gölgesi yere düşen bağımsız heykel anlayışı gelişmemiştir. Figürlü plastiği içeren kabartmalardaysa, genellikle hayvan motifleri yeğlenmiştir; Selçuklu sanatına özgü olan çift başlı kartal gibi hayvan figürleri, mimarlığa bağlı bir süs öğesi olarak ele alınmıştır. Bu arada bitki motifleri de yaygın bir öğe olarak yapıların dış duvarlarında işlenmiştir. Konya kent surları üstünde, Divriği Ulu camisi portallerinde, Alâeddin köşkü kabartmalarında, Ahlat mezar taşlarında bunun örneklerine rastlanır. Selçuklu geleneğinin daha üst düzeyde bir uzantısı olan Osmanlı sanatı da, heykel karşısında katı görüşlere sahiptir. Ancak bu katılığı, bir çeşit “taassup” biçiminde değerlendirmek yanıltıcı olabilir. Nitekim Kanuni Sultan Süleyman’ın Mohaç seferi sırasında Maktul İbrahim Paşa’nın Budapeşte’den getirdiği heykellerin Sultanahmet Alam’mn bazı yerlerine konduğu bilinir. Ama bazı çevreler, paşanın halkı putperestliğe özendirdiği gerekçesiyle bu harekete karşı çıkınca, heykeller yerlerinden kaldırılmıştır. Abdülaziz gibi sanata yakınlık duyan bir padişahın, at üstünde heykelini yaptırdığı da bilinmektedir.

Cumhuriyetin kuruluşundan soma, adı Güzel Sanatlar Akademisi olarak değiştirilen (günümüzdeki adı Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi) ve dört yıllık bir Heykel Bölümü içeren Sanayi-i Nefise Mektebi, ülkemizde heykel sanatçılarının yetişmesinde de başlıca etken olmuştur. Heykel Bölümü’nün ilk öğretmeni, o yıllarda Roma’daki eğitimini bütünleyerek yurda dönen Yervant Oskan’dır (1855-1914). Bu heykel sanatçısının arkasından ilk Türk heykelcileri kuşağı yetişmiştir. İhsan Özsoy, Behzat, Mahir Tomruk ve Nijat Sirel, söz konusu kuşağın başlıca sanatçılarıdır. Ama uzmanlık eğitimlerini yurt dışında tamamlamaları için geçen süre, daha çok yabancı sanatçılarla değerlendirilmiş ve bu sanatçılara Atatürk anıtları için siparişler verilmiştir. İtalyan heykelcisi Pietro Canonica ile AvusturyalI Heinrich Krippel, bu sanatçıların başlıcalarıdır. Krippel’in İstanbul Sarayburnu’na dikilen Atatürk heykelini, Ankara ve İstanbul’daki başka anıtlar izlemiştir.
Türkiye’de Batılı anlamda heykel sanatı, Cumhuriyetin kurulmasıyla sistemli bir temele oturmuş ve bu alanda ilk ciddi adımlar atılabilmiştir. 1937’de Akademi’de uygulanan reform sırasında Heykel Bölümü başkanlığına Alman asıllı Rudolf Belling’in getirilmesinden önce, bazı heykelciler yurt dışına gönderildi:

Ratip Aşir Acudoğu; Hâdi Bara; Zühtü Müridoğlu; Nusret Suman. Bu kuşak, yabancı sanatçıların anıt heykelciliği yolunda açmış oldukları yolu sürdürerek, çağdaş anlamda yaratıcı bir estetiğin de öncülüğünü yaptı. Belling’se, işe Akademi’de o zamana kadar uygulanan eğitim yöntemim değiştirerek başladı. Doğa etüdü ve doğadan alman biçimlerin plastik yorumu, eğitimin temel amacını oluşturdu. Öğretim süresi bu amaca uygun olarak bölümlere ayrıldı. Heykelde klasik bir formasyon üstünde derinleşme ilkesi benimsendi. Belling’in öğrencileri, Hüseyin Özkan, Hakkı Atamulu, İlhan Koman, Hüseyin Gezer gibi sanatçılar, bir yandan anıt heykelciliği yolunda çaba gösterirken, öte yandan da yaratıcı ve bağımsız heykel biçiminin gelişmesine, kendi kişilikleri doğrultusunda katkıda bulundular.

Eski Sanayi-i Nefise sergilerinin yerini, 1939 yılından başlayarak Devlet Resim ve Heykel sergilerinin alması, heykel sanatının benimsenmesinde etkili oldu; bunu izleyen yıllardaysa Türk Heykeltraşlar Cemiyeti kuruldu. 1960 yıllarından başlayarak heykel dalında çalışan sanatçılar (sözgelimi, Kuzgun Acar) yurt içinde ve yurt dışında karma sergilere katılarak ödüller kazandılar. Cumhuriyetin ellinci kuruluş yıldönümü nedeniyle Türk heykelcilerine ısmarlanan yapıtlar, Türk heykelciliğinde araştırmaya dönük çalışmaların bir dökümünü oluşturdu ve ileriye yönelik atılımlar için de uygun bir zemin yarattı.

Hadi Paylaş!Share on FacebookTweet about this on TwitterShare on Google+Share on RedditPin on Pinterest

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.