İran Tarihi

Uygarlığın kökenlerinden Arap Egemenliğine. Kaşan bölge­sindeki Tepe Sialk sitirtde yakın za­manlarda yapılan kazılarda, çağımız­dan 10.000 yıl gerilere uzanan bir Ta­rih öncesi uygarlığın izleri bulundu. Bu bölgede Sami ve Hint-Avrupa toplu­luklarından olmayan Asyanik halkla­rın (Ön Asya halkları) yaşadığı ileri sürüldü. İ.Ö.III. binyıldan başlayarak Zagros’tan bereketli Mezopotamya ovasına inen dağ halkları birçok kral­lık kurdular (Sus ve Babil bunların başkentleriydi). Sonra kuzeyden. Gü­ney Rusya’dan, Transkafkasya’dan dalga dalga Hint-Avrupa toplulukla­rı geldi. Bu değişik Hint-Avrupa halk­ları, aralarında savaşlara giriştiler. Medler tarih sahnesine Asurlular ve İskitlerle çatışarak çıktılar; onların saldırılarına dayanabilmek için örgüt­lenmeye başladılar (İ.Ö.VIII.yy.). Med­ler ve Persler, İran yaylasının batı sınırlarında yerleşerek İran halkını oluşturdular, başkentleri de Ekbatana’ydı (günümüzdeki Hemedan). Eski İran’ın klasik tarihi (Pers uygarlığı) böylece başladı: Büyük Keyhüsrev II (558-528), Dara I(521-486),Kserkses l (486-465), Artakserkses I (465-424) bu tarihi yönlendiren hükümdarlar oldular. IV. yy’ın sonunda Büyük İskender, Pers İmparatorluğu’nu boyunduruk altına aldı, onu izleyen Selefkiler dö­neminde imparatorluk batıdan Roma­lıların, doğudan Partlıların saldırıla­rına uğradı. Parthlar başkentleri Ktesiphon’dan, İran’ı beş yüzyıl süreyle yönettiler. İ.S. 224 dolaylarında kuru­lan Sasani sülalesi ülkeyi yemden canlandırdı. İran, Dara I’in kişiliğin­de simgelenen Akamanışlar dönemi­nin parlak yıllarını yeniden yaşadı. Tümüyle merkezileştirilmiş bir iktida­ra dayanan ayrıcalıklı büyük aileler ve üstün nitelikli bir ordunun destek­lediği Sasani gücü, 633’te başlayan Arap saldırıları sonucu yıkıldı.

Arap Egemenliğinden Batılıların Gelişine. Arap egemenliği İran’da altı yüzyıl sürdü (651-1220) ve ülkeye günümüzde de devlet dini olan Müslümanlığı getirdi. Ama İranlılar daha başlangıçta, Sünnilik yerine Şi­ilik mezhebini seçtiler. Oluşum halin­deki Müslüman sanatı, Pers uygarlı­ğından büyük ölçüde esinlendi ve Arap edebiyatının dev yapıtı olan Bin bir Gece Masalları İran folklorundan kaynaklandı. Bağdat’taki halifeliğin himayesi çok güçlü değildi, öyle ki VIII. yy’da doğu bölgeleri merkezden koptular: iki yüzyıl süreyle İranlı ve Türk prensleri tarafından kurulmuş yerleşik sülaleler bu bölgelerde bir­ birlerini izlediler. İran’da toplanmış Selçuklu Türkleri, Pers İmparatorlu­ğu’nu yeniden birleştirdiler, ama Bağ­dat halifeliğini yıkamadılar. Bu olay­ların yanı sıra güzel sanatlarda, ede­biyatta ve bilimde gerçek bir Röne­sans yaşandı: Camiler yapıldı, Ömer Hayyam şiirlerini yazdı, matematik, gökbilim, tıp gelişti.

XIII. yy’ın ortalarında, Cengiz Han’ın Moğolları, halifeliğin himayesine son verdiler. Bunun üstüne İran dört Moğol devletinden birini oluşturdu; İranlıların etkisiyle de Moğollar Müs­lümanlığı benimsediler; bu durum Çin ile İran arasında ticaretin gelişmesi­ne olanak verdi.

XIV. yy’da İran’ın siyasal bölünme­leri Timur’un (Timurlenk) fetihlerini kolaylaştırdı; Timur’un ölümünden sonra saygın özellikleri olan bir Timur uygarlığı varlığım sürdürdü. Pers uy­garlığı altın çağını Timur sülalesinin son temsilcileri döneminde yaşadı. XVI-XVIII. yy’lar arasında İranlıların değişik hükümdarları Osmanlı İmparatorluğu’yla çatıştı. Şah İsmail, Şii­liği devlet dini haline getirdikten son­ra, Sünni olan Osmanlı padişahı Se­lim I ile savaşa başladı ve Osmanlı İmparatorluğu ordusuyla İran ordusu 1514’te Çaldıran’da karşı karşıya gel­di. Sultan Selim savaşı kazandıktan sonra ordusuyla Tebriz’e kadar iler­leyip kenti aldı ama ordusunda çıkan bir ayaklanma nedeniyle geri dönmek zorunda kaldı. Şah İsmail’den sonra yerine büyük oğlu olan Tahmasp I geçti. Osmanlı İmparatorluğu’yla olan çatışmalar onun döneminde de sürdü. 1587’de tahta çıkan Abbas I ise Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Batıyla birleşti.

XVIII. yy. sonlarında, uzun bir karı­şıklık döneminden sonra Tahran’ı başkent yapan yeni Kaçar sülalesi ba­şa geldi. Böylelikle Pers tarihinde Av­rupalıların ülkenin iç işlerinde söz sa­hibi olmaya başladıkları yeni bir dö­nem açılmış oldu.

Bir Hükümdarlığın Yükselişi ve Yıkılışı

Pehlevi Sülalesi

XIX. yy’da İngiltere ile Rusya, İran üs­tünde etkili olabilmek için savaşım verdiler: Çarın askerleri Kafkaslar’ı ve Hazar Denizi bölgesini ele geçirdi­ler, İngilizlerse İran’ın ticaretinde ve ulaşımında etkili olmaya çalıştılar. 1901’de Sir William Knox d’Arcy 60 yıl süreyle petrol arama çalışmalarım sürdürme ayrıcalığını elde etmeyi ba­şardı. Yabancıların sahneye çıkma­sıyla, ülkenin, kültür alanındaki kim­liği yozlaştı, yönetici sınıflar batılılaştılar, toplumu yeniden örgütlemenin gerekliliği, seçkin sınıf için kaçınılmaz oldu. Ulusalcı bir ayaklanmadan son­ra hükümdar Muzafferüddin 1907’de bir anayasa çıkarmak zorunda kaldı. Gene 1907’de yapılan bir anlaşmay­la İngiltere ile Rusya, İran toprakla­rında kendilerine birer etki alanı oluş­turdular: İngiltere güneye, Rusya ku­zeye el koydu,1917’de Rusya’nın sah­neden çekilmesiyle İngilizler etki alan­larını genişletmeye çalıştılar. Ama 1920’de S.S.C.B. duruma yeniden el koyarak İngilizleri geri püskürttü. 1921’de general Rıza Han’ın yöneti­mindeki ulusçu güçler, iktidarı ele ge­çirerek bir ulusal hükümet kurdular. Cumhurbaşkanı ve genelkurmay baş­kanı olan Rıza Han 1925’te son Kaçar hükümdarının devrildiğini açıkladık­tan sonra kendini “imparatorluk nai­bi” ilan etti, Pehlevi sülalesini kura­rak Ahmet Rıza Şah Pehlevi adını al­dı. Ülkesini ne pahasına olursa olsun modernleştirmeden yana olan Ahmet Rıza Şah Pehlevi, okullar, hastaneler açtırdı, din adamlarının itirazlarına karşı direndi, kadınların toplum için­deki durumunu iyileştirdi, ayaklanma­ları şiddetle bastırdı.

1935’te ülkenin adı resmen İran oldu. Hitler Almanyası ile bir yakınlaşma döneminden sonra ülkeye giren Sov­yet ve İngiliz birlikleri Ahmet Rıza Şah Pehlevi’nin tahttan çekilerek ye­rini oğlu Muhammed Rıza Pehlevi’ye bırakmasına neden oldular (1941), sülalenin son hükümdarı böylece iktida­ra gelmiş oldu. 1951’de İran petrolle­rini ulusallaştıran başbakan Musaddık’ın siyaseti İngiltere ile bir bunalı­mın patlak vermesine yol açtı (petrol üretiminin boykot edilmesi). 1954’te Musaddık devrildi ve ülkenin siyase­tini Şah Muhammed Rıza Pehlevi yönlendirmeye başladı. Ama gerek des­potça davranışları,gerekse tam an­lamıyla batılı bir modernizm uygula­ması nedeniyle hem en tutucu kesi­min, hem de aydınların ve öğrencile­rin tepkisini gördü.

Petrol gelirleri sayesinde ülke hızla kalkınıyordu, ülkenin iktisadı ve ordu­su gelişmekteydi, ancak bu süreç en yoksul kesim ve ayrıcalıklılar arasın­daki uçurumu da artırıyordu. Halkın artan hoşnutsuzluğunu Ayetullah Humeyni dile getirdi; önce Türkiye’ye, ardından Irak’a, oradan Fransa’ya gi­den bu din adamı, Pehlevi sülalesini devirmek için durmaksızın savaş verdi.

Şah, 1979 Ocağında laik ve liberal Ulusal Cephe yöneticilerinden Şahpur Bahtiyar’dan bir ulusal birlik hükü­meti kurmasını istedi ve İran halkının topluca ayaklanması üstüne 16 Ocak­ta İran’dan ayrılmak zorunda kaldı. Böylece Pehlevi sülalesi son bulmuş oldu.

Humeyni Dönemi

Bahtiyar sözünü tuttu: Basın özgürlüğü verdi, siyasal tutukluların çoğunu serbest bıraktır­dı ve İsrail ile Güney Afrika Cumhuriyeti’ne petrol satışlarını durdurdu. Ama partisinden atıldı ve hükümeti Humeyni tarafından suçlandı. Bu ara­da Humeyni’nin geri dönmesi için ya­pılan gösteriler de ordu tarafından bastırıldı. Sonunda 1 Şubat 1979’da Humeyni İran’a döndü, milyonlarca İranlı onu coşkuyla karşıladı. Ayetul­lah Humeyni, Mehdi Bezirgân’ı bir ge­çici hükümet kurmakla görevlendirdi. Musaddık’ın eski uğraşdaşı olan Meh­di Bezirgan, değişik düşünce akımla­rını bir araya getirebilecek tek kişiy­di. 9 Şubatta Tahran’da genel bir ayaklanma oldu; 12 Şubatta askeri te­sislere ve kentin önemli merkezlerine saldırılar yapıldı. Hükümet ortadan kaldırıldı, 31 Martta yapılan halkoylamasında bir İslam Cumhuriyeti ku­rulması, ezici çoğunlukla (oyların % 98’i) benimsendi: 2 Nisanda İran İs­lam Cumhuriyeti ilan edildi. Ama hü­kümet çöküntü halinde bir iktisat dev­ralıyordu ve etnik azınlıkların istekle­ri gündemdeydi. Önce ayrılıkçı Kürtler bastırıldı. Üstelik iktidar ikiye ay­rılmış gibiydi: Bir yanda hükümet, öte yanda humeynici komitelere ve İslam mahkemelerine dayanan geçici Dev­rim Konseyi vardı. Şii din adamları arasında bile düşünce ayrılıkları başgösterdi. Toplu mahkemeler ve idamlar birbirini izledi. Uluslararası baskılara karşın 8 Nisan 1979’da Huveyda idam edildi. Birkaç aylık bir öz­gürlükten sonra basına yeniden san­sür kondu. Bir “İslâm anayasası” ha­zırlamak için, çoğunlukla din adam­larından oluşan bir uzmanlar kurulu oluşturuldu. Hazırlanan anayasa metni, gerek dini liderin mutlak ege­menliği, gerek azınlıkların (çoğu Sünni) hakları, gerek kadın haklan konularında pek çok eleştiriye uğradıysa da, oya sunulunca, bazı kişile­rin çekimser kalmasına ve çok sayıda olay çıkmasına karşın, büyük bir ço­ğunlukla benimsendi.

Ayetullah Humeyni’yle yakın işbirli­ği yapan Beni Sadr, 1979 yılında dış­işleri bakanı ve iktisat bakanı görev­lerini üstlendi. Ama, anayasa hazırlanması sırasında Ayetullah Humeyni ile arası açıldı: Beni Sadr, dinle si­yaseti birbirinden ayn tutmak ister­ken, Ayetullah Humeyni bu iki gücü de kendi kişiliğinde toplamak istiyor­du. Anayasanın kabul edilmesinden sonra, aralarındaki gerginlik hafifle­di ve 20 Ocak 1980’de Beni Sadr oyla­rın büyük çoğunluğunu alarak cum­hurbaşkanı seçildi. Ağustos 1980’de Muhammed Ali Recai, parlamento tarafından başbakanlığa getirildi. Ey­lül ayında, İran ile Irak arasında bir­kaç aydan beri sürtüşmelere neden olan sınır olayları, Irak’ın Kuzistan’a saldırıya geçmesiyle savaşa dönüştü. İran hükümetinin, aynı zamanda, et­nik azınlıkların (özellikle Kürtler ve Araplar) ayrılıkçı eğilimlerine karşı savaşması gerekti. Humeyni, dış ve iç tehlikeleri, halkı seferber etmek ve her türlü muhalefete karşı iktidarın tutumunu sertleştirmek için kullan­dı. İktidarın İslâm ahlakı ilkelerim sı­kı sıkıya benimsediği görüldü. Mart 1981’de cumhurbaşkanı Beni Sadr ile başbakan Recai’nin arasında an­laşmazlık başgösterdi. 8 Haziranda, (Humeyni ilk kez Beni Sadr’ı suçladı ve cumhurbaşkanı yanlılarıyla kar­şıtlarının arasındaki kanlı çatışma­lardan sonra, Beni Sadr 21 Haziranda görevinden istifa ederek Fransa’ya gitti.

24 Temmuz 1981’de Ali Recai, yapı­lan halkoylamasında, oyların % 80’ini kazanarak cumhurbaşkanı se­çildi; ama 30 Ağustosta, makamına konan bombanın patlamasıyla, sekiz kişiyle birlikte öldü. Özellikle Halk Mücahitleri’nin ileri gelenleri tutuk­lanarak idam edildi. Ekim 1981’de, Ah Hamaney cumhurbaşkanı seçil­di; Hüseyin Müsavi de başbakanlığa atandı.

Ülkenin iktisadi durumunu tehlike­ye sokan iç güçlükler, İran’ı Irak’la savaşmaktan alıkoymadı. Sekiz yıl süren (1980-1988), yüzbinlerce insanın ölümüne yol açan bu savaş sonu­cunda İran, Irak birliklerini püskürt­meyi ve Irak’a ele geçirdiği bütün topraklardan çekilmeyi kabul ettir­meyi (1988 Temmuzunda Cenevre’ de ateşkesin imzalanması) başardı.

Humeyni’den Sonra İran

Ayetullah Humeyni’nin 3 Haziran 1989’da ölümünden sonra, 28 Tem­muz 1989 seçimlerinde cumhurbaş­kanı Hamaney’in yerine başkanlığa seçilen eski meclis başkanı Haşimi Rafsancani, önce başbakanlığı kaldı­rarak, yetkilerini genişletti. Sonra İran’ı dışa açmaya ve iktisadı yeni­den yapılandırmaya girişti; dışa açıl­ma girişimleri, ülkedeki radikaller ta­rafından sürekli engellendiyse de, 1990’daki büyük depremden (50.000 kişi öldü; 500.000 kişi evsiz kaldı) sonra, Batı ülkelerinden gelen yardımlar, dışa açılma sürecim bir ölçü­de hızlandırdı. Bu arada Rafsancani, Irak’la 1988’de yapılmış ateşkesi, 17 Ağustos 1990’da imzalanan anlaş­mayla kesin barışa dönüştürüp, Kör­fez bunalımı sırasında, yansız kalmakla birlikte, Irak uçaklarının bir bölümünün İran’a sığınmasına izin verdi. 1991’de Suûdi Arabistan’la 1987’de kesilmiş olan diplomatik ilişkileri yeniden kurdu.

Hadi Paylaş!Share on FacebookTweet about this on TwitterShare on Google+Share on RedditPin on Pinterest

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.